Bugün, resim sanatı çok kültürlülük adı altında Türk toplumunda pekte popüler olmasa da,resmin ilk bulgularının Türk toplumlarının zamanında egemenliğini sürdüğü Mısır ve Hindistanda rastlanıldığı bilinmektedir ki 1860 lı yıllarda ,Paris’te Gerome’un öğrencisi olan Osman Hamdi Bey ,bu sanat dalında bizi gururlandıran Türk Ressamları arasına adını yazdırmıştır. Uzun ve sıkıcı tarihi bilgilerden giriş yapmamdaki kasıtsa aslında resim gibi önemli bir sanat dalında ,geçmişten bu güne tarihimizin en önemli sembollerinden biri olan kadının rolü ne ölçüdedir?..
Evet bu cesur kadın Mihri Rasim(1886 İstanbul-1954 New York)
Dünyanın en çalkantılı dönemlerinde bir kadının tarihe ismini kazıması,hatta ilerideki ressamlık hayatında Papa VX Benedict ve Mustafa Kemal Atatürk 'ün resimlerini çizecek olması basit bir biyografik tarihle gerçekleşmemiştir tahmin edeceğiniz üzere.
On yedi yaşındayken tanıştığı İtalyan kökenli bir müzik şefinin peşinden Roma'ya kaçan,sahte pasaportla gittiği İtalya’da tanıdıklarının yanında bir süre kaldıktan sonra sanat dünyasının merkezi sayılan Paris'e giden ,52 Montparnasse Bulvarı'ndaki adreste kiraladığı yeri, hem ev; hem de atölye olarak kullandıktan sonra portre ve gravür ağırlıklı resimler yaparak ve evinin bir odasından aldığı kira ile geçimini sağlayan Mihri Hanım kiracısı olan Bursalı Selami Paşa’nın Sorbonne’da Siyasi Bilimler öğrenimi yapmakta olan Müşfik Selami Bey ile evlenerek "Mihri Müşfik Hanım" adını alır.Daha sonra Türkiye'ye dönen 1922 yılında Yunan ordusunun denize dökülmesinin ardından Mustafa Kemal'in 3m yüksekliğinde bir portresini yapan Mihri Hanım Cumhuriyet'ten sonra Atatürk'ün resmini çizen İlk Türk Ressam olarak adını tarihe kazır.
Fi Tarihi
22 Ağustos 2011 Pazartesi
1 Mayıs 2011 Pazar
Köylü mü?
İş-Emek gücü-1 Mayıs'tan sıkça bahsettiğimiz bu son bir haftada karşılaştığım ürpertici bir diyalog beni bunları yazmaya sevketti belkide.Yer nezih bir kafe,iki hoş alımlı bayan ve aralarında geçen rahatsız edici muhabbet...''Kızın kıyafetini gördün mü Köylü gibiydi''...
'Köylü gibi olmak'' ...
Aslında ne kadar onur verici bir tanımlama olması gerekirken birkaç ne oldum delisi olmuş insanın aşağılayıcı kullanımı haline gelmiş olan o kelime...Köylü olmak...
Günümüz postmodern çağına baktığımızda aslında görünen tek şey sadece okumaya kanalize edilmiş, el becerisi olmayan çocuklar,evi ile ilgilenemeyen rahata alışmış kadınlar ve sadece işe,futbola yönelmiş etrafındakilere duyarsız erkekler-beyefendiler(!)-
Halbuki küçüklüğünde az da olsa köyde vakit geçirmiş olanlar bilirler ki şehir hayatına zıt bir şekilde daha gökyüzü aydınlanmaya başladığı anda erkenden kalkılır,kahvaltı yapılır,erkek o günki işlerini halletmek üzere yola koyulur kadın ise evini hergün yaptığı gibi hiç üşenmeden temizler süpürür.Çocuklar okuldan geldikten sonra ev yada başka işlere yöneltilir;bunlar yoksa el işi yeteneği kazandırılır,geri kalan vakitlerinde ise doğaya bağışıklık kazanacak şekilde arkadaşlarıyla dilediğince oynar.
O ezdiğimiz köylü yaşantısından biraz uzaklaşıp kendi hayatlarımıza baktığımızda ise mutsuz,erken yaşta depresyona girmiş çocuklar, ev işlerine yetişemeyen,çocuklarıyla ilgilenmeyen bayanlar,aile kavramını yitirmiş ,rahata alışmış gençler görmekteyiz.Oysa köylü bir toplumun asimilasyonuna en geç katılan,bir milletin özlerini en güzel şekilde yansıtan,örf ve adetlerine sadık ve karınca gibi durmadan çalışan ve bunun yanında mutlu olmayıda başarabilen tek yapıdır.Bugün bizler apartmanımızdaki komşumuzla konuşmaktan acizken,köy yaşantısında hiç bir evin kilidi gece olmadan kilitlenmez,çat kapı gelen misafire git denilmez.Her zaman bir dosta,sıcak bir sohbete,komşuya kapılar sonuna kadar açıktır.
Şimdi soruyorum: Köylü olmak ezici bir konum mu,yoksa takdir edilmesi gereken bir meziyet midir? Sanırım bu noktada Mustafa Kemal Atatürk'ün ''köylü milletin efendisidir'' sözünü iyice düşünmemiz gerekiyor...
Buse Erdem
'Köylü gibi olmak'' ...
Aslında ne kadar onur verici bir tanımlama olması gerekirken birkaç ne oldum delisi olmuş insanın aşağılayıcı kullanımı haline gelmiş olan o kelime...Köylü olmak...
Günümüz postmodern çağına baktığımızda aslında görünen tek şey sadece okumaya kanalize edilmiş, el becerisi olmayan çocuklar,evi ile ilgilenemeyen rahata alışmış kadınlar ve sadece işe,futbola yönelmiş etrafındakilere duyarsız erkekler-beyefendiler(!)-
Halbuki küçüklüğünde az da olsa köyde vakit geçirmiş olanlar bilirler ki şehir hayatına zıt bir şekilde daha gökyüzü aydınlanmaya başladığı anda erkenden kalkılır,kahvaltı yapılır,erkek o günki işlerini halletmek üzere yola koyulur kadın ise evini hergün yaptığı gibi hiç üşenmeden temizler süpürür.Çocuklar okuldan geldikten sonra ev yada başka işlere yöneltilir;bunlar yoksa el işi yeteneği kazandırılır,geri kalan vakitlerinde ise doğaya bağışıklık kazanacak şekilde arkadaşlarıyla dilediğince oynar.
O ezdiğimiz köylü yaşantısından biraz uzaklaşıp kendi hayatlarımıza baktığımızda ise mutsuz,erken yaşta depresyona girmiş çocuklar, ev işlerine yetişemeyen,çocuklarıyla ilgilenmeyen bayanlar,aile kavramını yitirmiş ,rahata alışmış gençler görmekteyiz.Oysa köylü bir toplumun asimilasyonuna en geç katılan,bir milletin özlerini en güzel şekilde yansıtan,örf ve adetlerine sadık ve karınca gibi durmadan çalışan ve bunun yanında mutlu olmayıda başarabilen tek yapıdır.Bugün bizler apartmanımızdaki komşumuzla konuşmaktan acizken,köy yaşantısında hiç bir evin kilidi gece olmadan kilitlenmez,çat kapı gelen misafire git denilmez.Her zaman bir dosta,sıcak bir sohbete,komşuya kapılar sonuna kadar açıktır.
Şimdi soruyorum: Köylü olmak ezici bir konum mu,yoksa takdir edilmesi gereken bir meziyet midir? Sanırım bu noktada Mustafa Kemal Atatürk'ün ''köylü milletin efendisidir'' sözünü iyice düşünmemiz gerekiyor...
Buse Erdem
29 Nisan 2011 Cuma
Harf Devrimi ve Atatürk'e doğan Tepkiler
Osmanlı kökenli toplumumuz yüzyıllardan beri geçmişten süre gelen alışkanlıklarını,örflerini sürdürmek ve unutmak istememekle birlikte ,günümüz siyasi liderler tartışmalarında Bugün ve Cumhuriyet döneminin kıyaslanması hususunda çeşitli görüş ayrılıkları yaşamaktadır.Bunlardan bugünün meşruiyet yapısını savunanların eleştirilerinden birisi de arapça harflerinin kullanımının iptal edilip,latin alfabesine geçilmekle okur yazar oranın düşmesi ve toplumun ''İslami yapısından uzaklaşmasına sebebiyet verildi'' düşüncesidir ve bu doğrultuda eleştiri okları Atatürk e yöneltilmektedir.
Harf devriminden başlamadan önce gözlerimizi 1908 ittihat ve terakki dönemine çevirmemiz gerekiyor.Dönemin, Türk ulusal kimliğini İslamiyetten bağımsız olarak tanımlama çabaları, özellikle İttihat ve Terakki'ye yakın aydınlar arasında ağırlık kazanırken alfabe tasarıları gündemde fazlaca yer kaplamıştır. Bundan biraz öncesine gidicek olursak da ilk teklif 1850-60 lı yılların fransızca bilen aydın kesimi tarafından gelmiştir.
Harf devriminin ilk adımları çok bilinmemekle beraber 1908-1911'de Latin temelli Arnavut Alfabesi ve 1922'de Azerbaycan'ın Latin alfabesi kabul edilmesiyle atılmıştır.
1911 yılında Manastır-Bitola'da Latin harfleriyle basılan ilk Türkçe gazete yayınlandı. Zekeriya Sami Efendi'nin neşrettiği adı Eças (Fransızca imlâ ile çıkan 'esas' diye okunan ve Cumartesi günleri yayınlanan bu gazetenin ancak birkaç sayısı günümüze ulaşmıştır..¹
Harf devriminin insanları bir anda cahilliğe sürüklediğini ve İslami toplum yapısından uzaklaştırdığını,ayrıca neden yapıldığını kavramakta güçlük çeken düşünceler için bu devrimi gerekli kılan hususlara dikkat çekmek isterim:
Öncelikle Osmanlıca yazısı halk tebaasının konuşma diline yetemiyordu.Osmanlıca Türkçe'nin ünlü seslerini ifade etmekte yetersiz kalmakla birlikte bir imla kargaşasını doğuruyordu.Yazılı basının ve resmi okul kitaplarının yaygınlaşması ile farklı bir alfabeye de sıkça ihtiyaç duyuldu...Bununla beraber küreselleşen Latin alfabesi,ülkenin içine empoze olan yabancı harfli tabelalar,kurulan uluslararası bağlantılardaki haberleşme güçlüğü ,ticari ilişkilerdeki karmaşalar bunu zorunlu kılmıştır.
1922 yılında Atatürk Halide Edip Adıvar'la yine bu konu hakkında tartışmış ve böylesi bir değişikliğe toplumun hazır olmadığını belirtmiştir.1923'teki İzmir İktisat Kongresi'nde de aynı yolda bir öneri sunulmuş, ancak öneri kongre başkanı Kazım Karabekir tarafından "İslam'ın bütünlüğüne zarar vereceği" gerekçesiyle reddedilmişti. .[2]
28 Mayıs 1928'de TBMM 1 Haziran'dan itibaren resmi daire ve kuruluşlarda uluslararası rakamların kullanılmasına yönelik bir yasa çıkarttı.Bu yasayla aynı zamanda da harf reformu için bir komisyon kuruldu.
Komisyonun tartıştığı konulardan biri eski yazıdaki kaf ve kef harflerinin yeni Türkçe alfabede q ve kq harfi alfabeden çıkartıldı. Yeni alfabenin hayata geçirilmesi için 5 ila 15 senelik geçiş süreçleri öngören komisyonda bulunan Falih Rıfkı Atay'ın aktardığına göre Atatürk "bu ya üç ayda olur, ya da hiç olmaz" diyerek zaman kaybedilmemesini istedi. [3] Alfabe tamamlandıktan sonra 9 Ağustos 1928'de Atatürk alfabeyi Cumhuriyet Halk Partisi'nin Gülhane'deki galasına katılanlara tanıttı harfleriyle karşılanması önerisiydi. Ancak bu öneri Atatürk tarafından reddedildi ve 11 Ağustos'ta Cumhurbaşkanlığı hizmetlileri ve milletvekillerine, 15 Ağustos'ta da üniversite öğretim üyeleri ve edebiyatçılara yeni alfabe tanıtıldı
Anlaşılacağı üzere Atatürk'ü eleştirmeden önce o dönemin sosyal yapısına,devrimin gerekçelerine bakmak yanısıra tarihi bulgularada göz atmamız ve tarihi -klasik ama yerinde bir söz olan- zamanın şartlarına göre özümsemeli ve tartışmalıyız.
1^ http://tr.wikipedia.org/wiki/Harf_Devrimi
2^ G. L. Lewis, a.g.e., s.255.
3^ Falih Rıfkı Atay (1969). Çankaya. İstanbul. s. 440
Harf devriminden başlamadan önce gözlerimizi 1908 ittihat ve terakki dönemine çevirmemiz gerekiyor.Dönemin, Türk ulusal kimliğini İslamiyetten bağımsız olarak tanımlama çabaları, özellikle İttihat ve Terakki'ye yakın aydınlar arasında ağırlık kazanırken alfabe tasarıları gündemde fazlaca yer kaplamıştır. Bundan biraz öncesine gidicek olursak da ilk teklif 1850-60 lı yılların fransızca bilen aydın kesimi tarafından gelmiştir.
Harf devriminin ilk adımları çok bilinmemekle beraber 1908-1911'de Latin temelli Arnavut Alfabesi ve 1922'de Azerbaycan'ın Latin alfabesi kabul edilmesiyle atılmıştır.
1911 yılında Manastır-Bitola'da Latin harfleriyle basılan ilk Türkçe gazete yayınlandı. Zekeriya Sami Efendi'nin neşrettiği adı Eças (Fransızca imlâ ile çıkan 'esas' diye okunan ve Cumartesi günleri yayınlanan bu gazetenin ancak birkaç sayısı günümüze ulaşmıştır..¹
Harf devriminin insanları bir anda cahilliğe sürüklediğini ve İslami toplum yapısından uzaklaştırdığını,ayrıca neden yapıldığını kavramakta güçlük çeken düşünceler için bu devrimi gerekli kılan hususlara dikkat çekmek isterim:
Öncelikle Osmanlıca yazısı halk tebaasının konuşma diline yetemiyordu.Osmanlıca Türkçe'nin ünlü seslerini ifade etmekte yetersiz kalmakla birlikte bir imla kargaşasını doğuruyordu.Yazılı basının ve resmi okul kitaplarının yaygınlaşması ile farklı bir alfabeye de sıkça ihtiyaç duyuldu...Bununla beraber küreselleşen Latin alfabesi,ülkenin içine empoze olan yabancı harfli tabelalar,kurulan uluslararası bağlantılardaki haberleşme güçlüğü ,ticari ilişkilerdeki karmaşalar bunu zorunlu kılmıştır.
1922 yılında Atatürk Halide Edip Adıvar'la yine bu konu hakkında tartışmış ve böylesi bir değişikliğe toplumun hazır olmadığını belirtmiştir.1923'teki İzmir İktisat Kongresi'nde de aynı yolda bir öneri sunulmuş, ancak öneri kongre başkanı Kazım Karabekir tarafından "İslam'ın bütünlüğüne zarar vereceği" gerekçesiyle reddedilmişti. .[2]
28 Mayıs 1928'de TBMM 1 Haziran'dan itibaren resmi daire ve kuruluşlarda uluslararası rakamların kullanılmasına yönelik bir yasa çıkarttı.Bu yasayla aynı zamanda da harf reformu için bir komisyon kuruldu.
Komisyonun tartıştığı konulardan biri eski yazıdaki kaf ve kef harflerinin yeni Türkçe alfabede q ve kq harfi alfabeden çıkartıldı. Yeni alfabenin hayata geçirilmesi için 5 ila 15 senelik geçiş süreçleri öngören komisyonda bulunan Falih Rıfkı Atay'ın aktardığına göre Atatürk "bu ya üç ayda olur, ya da hiç olmaz" diyerek zaman kaybedilmemesini istedi. [3] Alfabe tamamlandıktan sonra 9 Ağustos 1928'de Atatürk alfabeyi Cumhuriyet Halk Partisi'nin Gülhane'deki galasına katılanlara tanıttı harfleriyle karşılanması önerisiydi. Ancak bu öneri Atatürk tarafından reddedildi ve 11 Ağustos'ta Cumhurbaşkanlığı hizmetlileri ve milletvekillerine, 15 Ağustos'ta da üniversite öğretim üyeleri ve edebiyatçılara yeni alfabe tanıtıldı
Anlaşılacağı üzere Atatürk'ü eleştirmeden önce o dönemin sosyal yapısına,devrimin gerekçelerine bakmak yanısıra tarihi bulgularada göz atmamız ve tarihi -klasik ama yerinde bir söz olan- zamanın şartlarına göre özümsemeli ve tartışmalıyız.
1^ http://tr.wikipedia.org/wiki/Harf_Devrimi
2^ G. L. Lewis, a.g.e., s.255.
3^ Falih Rıfkı Atay (1969). Çankaya. İstanbul. s. 440
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)